PISA sonuçlarıyla ilgili çok farklı değerlendirmeler var.
Kimi çok başarılıyız diyor kimi de yerin dibine sokuyor.
Uluslararası kıyaslamalı değerlendirmeler elbette çok önemli ama çok daha önemli olan asıl biz kendimizi nasıl görüyoruz?
Onların çok kötü ya da çok iyi dedikleri alanlarda öyle olmadığımızı defalarca test ettik. Bu konuda başta PISA olmak üzere hemen herkesin olaya şaşı baktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Eğitimde artılarımız da çok, eksilerimiz de.
Her birini ayrı ayrı değerlendirmekte yarar var.
Daha da önemlisi her ülkenin öncelikleri ve eğitimden beklentileri birbirinden çok farklı.
Örneğin pek çok Avrupa ülkesinde son 50 yılda tek üniversite dahi açılmamışken, bizdeki üniversitelerin 10’da 9’u son 50 yılda açıldı.
Neden?
Onlar diplomaya fazlasıyla doydu, bizdeki bu açlık ise çok daha uzun yıllar devam edeceğe benziyor…
İşsizler sıralamasında, üniversite mezunları en tepede yer alırken, üniversite başvurularında hemen her yıl yeni bir rekorun kırılması bu yüzden.
Bizimle eşdeğer nüfusa sahip OECD ülkelerinin birçoğunda üniversiteye başvuran, üniversiteye giden ve üniversiteden mezun olan kişi sayısı, bizim çok gerimizde.
Neden mi?
Üniversite diploması onlar için “olmazsa olmazlar” arasından olmaktan çoktan çıktı da ondan.
Okuduğunu anlamadan fen ve matematikteki başarı sıralarına gelinceye kadar çok farklı ayrıntı söz konusu. Yorumlar da olaya nereden baktığınıza göre değişiyor…
Bu araştırmaya yönelik çok farklı bir noktaya dikkat çekmek istiyorum.
İşte çok ilginç bir tespit:
OCED ülkeleri arasında, hayatta başarılı olmak için çok çalışmanın önemli olduğunu düşünenlerin oranı en düşük Türkiye’de!..
Çarpıcı hem de çok çarpıcı bir sonuç.
Türkçe, fen, matematik yerine asıl buna “eyvah eyvah” demeliyiz.
Sınav odaklı eğitim sistemimizde tüm altyapı bu üç derse göre düzenlenmişken ancak en diplerde kendimize bir yer buluyor olmamızın elbette onlarca gerekçesi vardır ama “çok çalışmayı” bir angarya olarak görmenin ne gerekçesi olabilir ne de mazereti.
Rahmetli Sabancı, başarılı olmanın sırrını soranlara, “Çalışmak, çalışmak, hep daha çok çalışmak” cevabını verirdi.
Bırakın onu ve bizi, dünyanın neresine giderseniz gidin, hayatın herhangi bir alanında başarılı olmuş, zirveye tırmanmış kime sorarsanız sorun, başarısının sırrının “çok çalışmak” olduğunu söyleyecektir.
Elbette şansın, torpilin, paranın, çevrenin, kadın ya da erkek olmanın, etnik kökenin ve daha pek çok etkenin başarıya giden yolda öyle ya da böyle bir katkısı olmuştur ama eğer o dış etkenleri “çalışma” ile taçlandıramazsanız kalıcı olması mümkün değildir.
Hiç uzaklara gitmeden yakın çevrenize bir göz atın yeter, fazlasıyla örnek görebilirsiniz…
Kafamız neden karışık?
Ne oldu da “Hayatta başarılı olmak için çok çalışmanın o kadar da önemli olmadığı” noktasına geldik?
Ortada bir güven erozyonu olduğu kesin.
Başarıya giden süreçte çok çalışmanın, eğitimin, donanımın, liyakatin değil de diğer etkenlerin daha etkili olduğunu düşündüren nedir?
Eminim ki hemen herkes onlarca örnek verecektir.
Haksızlar mı?
Kesinlikle hayır!
İşte bize “eyvah eyvah” dedirten de budur.
Akademik dersleri bugün olmasa da yarın öğrenebilirsiniz ama eğer çocuklarımızı “Çok çalışmanın kime ne faydası oldu da bana olsun ki” noktasına getirdiysek, bunun geri dönüşü yoktur.
Ne yapıp edip bu yanlış algıyı yerle bir etmeliyiz.
Bundan böyle eğitimdeki birinci önceliğimiz de sınavlar değil bu olmalı.
Yoksa ne bireyler olarak ne de ülke olarak çalışmadan hem de çok çalışmadan bir yere varmamız mümkün değil.
Özetin özeti: Çalışmak en büyük ibadettir, çalışmak en büyük erdemdir, çalışmak en büyük mutluluktur. Bunun aksini düşündüren herkese “yuh” olsun!..